20 Ekim 2007 Cumartesi

normallik, anormallik...

Normallik, anormallik? Kime göre, neye göre? Normalliği belirleyen, kişiler midir, içinde yaşadığımız ortam mıdır? Birine normal gelen diğerine anormal gelebilir mi? Normalliğin kişiye göre değişmesi de ayrı bir anormallik belirtisi midir?

Hiç düşündünüz mü? Bizi anormallikle itham eden insanlar ne kadar normal, ya da normallikleri her daim geçerliliğini devam ettirebiliyor mu? Bizim akıl sağlığımıza karar veren psikologlarımızın aslında ne kadar anormal tavırlar sergilediklerine dikkat ettiniz mi hiç. Bir keresinde gittiğim psikiyatristin hiç de normal karşılanmayacak tavırlar sergilediğine dolayısıyla bana bir yardımı dokunamayacağına karar verdiğimi söyleyebilirim. Neden mi? Gözlüğü burnunun üstünde duruyor ve bana gözlerinin üstünden bakıyordu. Kısa saçları, gayet uyumsuz giyinişi ile, mutsuz evliliği olupta kendini bırakan kadınlardan biri gibiydi. Gözleri uykusuz bir insanın gözleriydi. Konuşurken not alıyordan ziyade birşeyler çiziyormuş gibi görünüyordu. Beni dinlerken koridorun karşı tarafındaki doktorun sesine takılıp bunu gizleyememeye ve hatta kalkıp kapısının önüne dikilipte daha alçak sesle konuşmasını rica etmeye kadar vardırdı rahatsızlığını. Beş dakika sonra da bilgisayarın çalışırken çıkardığı sese takılıp, sözüm ona beni rahatsız etmemek için ayağıyla kapamaya çalışırken debelenmesi görülmeye değerdi. Aslında çalışırken hepimizin yaşadığı rahatsızlıklar bunlar, o halde nasıl karar verdim anormal olduklarına. Çünkü “o psikiyatrist”ti. Bu kadar. Toplum onları normal anormal davranışların belirleyicisi olarak görür, ona göre yetiştirir, onların vereceği her kararı da itirazsız kabul ederdi. Sanki beni, kendisini azarlayan, ama kaale almadığı her halinden belli olan patronunu dinleyen memur gibi dinliyordu. Duvara konuşuyor gibiydim. Ben bir yandan rahatsızlıklarımı dile getiriyor, çözümlerini de beraberinde söylüyor ama iletişimde yaşadığım problemler sebebiyle bu çözümleri uygulayamadığımdan bahsediyordum. Aldığım cevap şuydu: 'Benim sana verebileceğim birşey yok, sen sorunlarını da çözümlerini de biliyorsun. Sadece 2-3 ayda bir bana gel ve konuşalım rahatla'. Bu muydu yapabileceği? Gittiğim diğer bir psikologta da aynı rahatsızlığı yaşadım. Karşılarında kendilerini tamamen çıplak hissettikleri için daha da rahatsız bir psikolojiye bürünen insanlara o kadar alışmışlar ki, sorduğu her soruya aynı sakinlikle ve eğlenerek cevap verdiğimde panikliyordu. İnsanın içini bayıltacak kadar ağır konuşan, beni dinlerken not almak yerine ben sustuktan sonra yazmayı yeğleyen, rahatsız intibası bırakan biriydi. Nitekim 20 dakika sonra uflayarak, saçma-sapan panik hareketler sergileyerek, 'Bugünlük kısa kesebilir miyiz, ben biraz hazırlanayım' dedi. Şimdi düşünün; karşımdaki insanın kesin ve net yargılarla kendinden emin bir şekilde beni dinlemesi, yorumlaması, benim için belirleyeceği sorunlu, obsesif vs. vs. saptamaları bile sorgusuz kabul etmeme yetecekti. Çünkü o bir psikolog ve her şeyi bilmesi, hep benden üstün görünmesi, her şekilde beni ezmesi gerekirdi. Peki nasıl bir eğitim görüyorlar ki, benim yıllardır çözemediğim, anlayamadığım, en ufak boşlukta uzaklaştığım beni, 3-5 seansta, kendisi yaratmışçasına analiz edebiliyordu. Normallik bu mudur, kendimi bir psikoloğun saptamalarıyla, ilaçlara teslim etmeli miyim. Eğer normal değilsem, o kimyasallarla normalleşebilecek miyim. Bir doktorun doğrularıyla yetinmez, diğerine de muhakkak görünmek istersek, teşhislerinin farklı olması durumunda hangisini doğru ya da normal kabul etmeliyiz. Bize en normal gelen lehimize verilmiş karar mı olacaktır. Niçin herkesin normali farklıdır, niye normallik bu kadar genel-geçer esaslara dayanır. Oysaki doğru tektir diye öğrendik eğitim hayatımız boyunca.

Toplumda her daim kabul görmüş, kimseyle ve kimsenin kurallarıyla çelişmemiş biri olarak, yolda kulağımda kulaklıkla müzik dinlerken dans etmeye başlarsam bu beni bir anda anormaller sınıfına dahil eder mi? Birçok insana göre anormallik olarak açıklanabilecek bu tavrım birçoğuna, özellikle de gençlere göre çılgınlık, uçukluk olarak mı değerlendirilecek. Uçukluk, çılgınlık, umursamazlık, içinden geldiği gibi davranmak kavramları da anormallikle kardeş midir. Neden bir kafede dans etmem normal karşılanabilecekken, sokakta kabul görmüyor. Neden normalliğin bu kadar çok belirleyicisi var.

Düşünün; insanlar barlarda rahatlıkla birbirlerinin yanlarına gidiyor, konuşuyor, bir sonraki adımda öpüşebiliyor ve hatta geceyi aynı yatakta sonlandırabiliyor, dahası bu durum artık birçok kişi tarafından yadırganmıyor. Peki aynı kişilere bir de şu açıdan yaklaşalım o zaman. Diyelim dolmuşta gidiyorlar, yanlarında oturan karşı cinsten birisi bir anda ellerini tutsa bunu aynı sakinlikle karşılayabilirler mi? Aradaki fark nedir peki... Alkol mü, mekanın dolmuş değil de bar olması mı?

İlişkiler bu doğruluklardan niye bu kadar etkileniyor, taraflar normal olmak adına yaşamlarını nasıl ölümüne daldıkları bir strateji oyununa dönüştürüyor ama nedense başrolü hep başkasına kaptırıyor. Mesela ikili ilişkilerde hep roller aynıdır, kaçan ve kovalayan. Kovalamaya alışan ve bundan zevk alan kişi, yakaladığı anda aslında hoşuna gidenin kovaladığı kişi mi kovalayan olmak mı olduğunun ayrımına varır mı? Kadınlar için kaçmak, naz yapmak normal olandır ama ya yakalanınca, diğer kadınlarla aynı kaderi paylaşmak, oltada görülerek değer kaybedenler kısmına dahil olmayı da aynı normallikle karşılayabiliyorlar mı?

Bir erkek için, kadının kaçması normaldir, kaçmayan basittir, kadınlığa ihanet eder dolayısıyla anormaldir. Peki bunu da şöyle çürütelim. Sözüm ona modern düşünen özgür ilişkilerden yana olan kadınlarımız, göz göre göre girdikleri, ‘barda tanışma-geceyi birlikte geçirme-kendi yoluna devam etme’ üçgenini neden sonuna kadar taşıyamazlar. Neden sonrasında ellerinde telefon, “arayacak mı aramayacak mı?” beklentisine girerler. Aranmazlarsa değer görmedikleri, erkeğin onu önemsemedikleri kanaatına varırlar. Neden böyle birşey yaşayan erkek kadının normal olmadığına karar verir. Aynı kadın tamamen erkek mantığıyla hareket etse ve duygularını karıştırmasa, gecenin sonunda ayrılık konuşmasını erkekten önce yapsa ve çekip giden taraf olsa erkek kesinlikle kadının anormal olduğunu düşünmeyecek, bence kesinlikle kovalayan taraf olacaktır. Neden burada anormallik rant yapmaktadır? Kanımca; burada erkeğin peşinden koştuğu aslında kadın değildir, şüpheye düştüğü egosudur. Yıllardır herşeyden öte tuttuğu, yataktaki performansıdır. Eğer bir kadın ondan önce çeker gider ve sonrasında aramazsa muhakkak yatakta memnun olmamıştır. Küçücük bir stratejiyle normallik kavramı yön değiştirebiliyorsa, kafamda normallik kavramımı nasıl şekillendirebilirim.

İnsanların sürekli olarak toplumda kabul görmek gibi bir amaca hizmet ettikleri, bu uğurda kendi doğrularını, isteklerini ideallerini ellerinin tersiyle ittikleri, normalliklerini başkalarının yargılarıyla teyid ettikleri, sürekli olarak kendilerini didikledikleri bir dönemde normalliğin bu kadar esnek olması ne kadar doğrudur. Kabul gören biri normal sayılıyor ve onun tavırları taklit ediliyor, kişilikler kurallar yerle bir oluyor, doğrular birbirinde eriyor. Bir işyerinde kabul gören, el üstünde tutulan insanın tavırlarına etik ya da doğal mı diye bakılmadan benimseniyor. İnsanlar birer birer kendi elleriyle şekillendirmeye çalıştıkları birer robota dönüşüyor. Normal mi, anormal mi bakmadan, insanlar ne düşünür diye ön inceleme yapmadan içimizden geldiği gibi hareket edelim, kendi doğrularımıza, karakterimize, hayallerimize sahip çıkalım, milyonlarca insanın aslında birbirinden farksız olduğu fabrikasyon insan grubuna dahil olmayalım. Kendi normalitemizi kendimiz belirleyelim.
zeytinli utanç festivali!


2-3-4-5 ağustos üzerine

Bu yıl 3.’sü düzenlenen Zeytinli Rock Festivali’nin bir daha gerçekleşmesini istemeyenlerdenim, tabii böyle bir grup varsa. Festival süresince gördüklerim hem üzücü hem utanç vericiydi. Akçay halkı salt 3-5 kuruş para kazandırdıkları için, gelen misafirlerden oldukça memnun görünüyordu ancak bu uğurda kaybettiklerini görmüyordu. 4 günlük festivalin faturası bana göre çok ağırdı. İlk gün çok da dikkat çekmeden geçti, ancak 2. gün ezberi bozmadan “bizden bir halt olmaz, cehaletimiz her geçen gün artıyor” diyenlere karıştım. Müzik yapmayı, sahneye çıkıp hep aynı melodiler eşliğinde böğürmekten ibaret sayan grupları coşkuyla alkışlayan rock müzik duayeni ulu dinleyici “türkçe, türkçe!” sloganları eşliğinde ellerindeki bardakları-şişeleri Avusturyalı grubun yer aldığı sahneye fırlattıklarında; gerçekten hiç detone olmadan, son derece profesyonelce müzik yapan grubun sabrını zorladıklarının farkında mıydı acaba? Bu esnada organizasyonu düzenleyen görevliler için, mikrofonu alıp, kabalaşan gençleri uyarmak, orada durup seyretmekten daha mı zordu? Zaten beklenen oldu ve grup çalmayı bıraktı. Bir elinde çantasına koymak için bile beklemediği gitarı, bir elinde gitarın çantasıyla sinirle önümden geçen gitaristi gördüğümde ne kadar utandığımı belirtmek, özür dilemek istedim. Bu ne kadar kötü bir referanstır ülkemiz için hiç düşünüldü mü?

3. gün akşamında otel tarafından konserleri izleyen insanlara karşı tuvaletini yapan gencin sarfettiği sözler de gayet cool’du. Ne yapıyorsun dendiğinde pişkinlikle “sana ne” diyen, “orada tuvalet yok mu?” diye sorulduğunda “ben buraya işemek istiyorum” diye cevap veren delikanlı karşısında “neyse üzerimize gelmedi en azından” diyebilecek kadar şaşkındık. 4 günlük etkinliğin sonunda festival alanı ile komşu tatil köyünü birbirinden ayıran ağaçlardaki idrar kokusu da bu duyarlı kitlenin arkasında bıraktığı izlerden biri oldu.

Ama asıl şoku festivalin 4. gününün sabahında yaşadım. Festival alanındaki yoğun kalabalığa doğru yaklaştığımda gördüklerim karşısında sinirden ağladım. Sahil boyunca yayılan çöp yığını inanılmazdı. Denizin üzeri poşetler, gazeteler, tek kullanımlık tabaklarla kaplıydı ve gençler aldırış etmeden yüzüyordu. Festival alanındakiler ise yanlarından uçup denize doğru giden poşetlere aldırmaksızın güneşleniyor, oturup sohbet ediyordu. Bu nasıl bir pervasızlıktı, nasıl bir duyarsızlıktı, aklım bir türlü almadı, alamadı. Festivali düzenleyen ekip, ya alana bolca çöp kovaları yerleştirmeli ve gençleri bu konuda uyarmalıydı, ya da bu iş için yeterli sayıda görevli belirlemeliydi. Profesyonelce yapılmış hiçbir festival alanında böyle bir görüntüye rastlanmazken, bu çöplüğe açıklama olarak “biz ucuz festival düzenliyoruz, o kadarına bütçe ayıramayız” demek hiç akıllıca değil.

Artık “her işin başı eğitim” sloganının fazlasıyla bayatladığını ne zaman göreceğiz. Bütün dünya doğal yaşamın yok olduğu gerçeğiyle çalkalanırken, insanların özellikle de gençlerin hala bu kadar duyarsız davranması akla zarar bir durum. Genç nüfusumuzla gurur duymak isterdim. Umudumuzu yitirmememiz gerektiği konusunda telkinlerde bulunanlar artık susmalı. Bu insanların geleceğimiz olabileceğini düşünmüyorum ve buna inanmıyorum. Elbette ki bütün gençleri aynı kefeye koymak hiç adil değil ama sırf matematik öğrenebilmek adına canla başla çalışan, kendi çabalarıyla yeni yaşam alanları yaratan insanların önüne onlarca engel koyulurken, özgürlüğü istediği herşeyi yapabilme hakkı olarak gören, kendi özgürlüğünü hissetmek adına diğer canlıların yaşam hakkını gasp eden, cehaletini parasıyla, karşısındaki susturma yeteneğiyle örtbas eden, varoluş amaçlarından uzaklaşan bu insanlara eğlenebilmeleri, müzik dinlemeleri için sahilleri sunmak da adilane değil .

Sahil boyunca sürekli çöp toplayarak, gördüğüm tüm çocukları ellerindeki bardakları denize atmamaları konusunda uyararak geçirdiğim ama bir sonuç elde edemediğim dört günlük tatilim festival sebebiyle beni daha da yordu. “Benden sonrası tufan” mantığını benimsemiş insanların içinde tatil de heba oluyor...